Demokrat olmanın koşulu seçim mekaniğinin ötesinde, demokrasinin yüksek değerlerini özümsemek ve uygulamaktır. Bunu sağlayacak olan da yüksek bir eğitim düzeyi ve demokrasi kültürüdür.
Uluslararası ilişkilerin temel kuralı içeride güçlü olanın dışarıda da güçlü olduğudur. İçeride güçlü olmanın temel koşulları ise hukukun üstünlüğüne saygı, sağlam kurumlara dayalı bir yönetim veülkenin nereye varmak istediği noktasında genel bir mutabakat, ülkemizeki deyişle“milli birlik ve beraberlik”tir.
Böyle bir temele sahip ülkenin dış siyasetini belirleyecek olan da ulusal güç ve coğrafi konumdur.
Coğrafi konum değişmesi olanaksız bir veri olup başlı başına bir meydan okuma teşkil edebilir. Portekiz ile Türkiye’nin coğrafi konumları, iki ülkenin karşısında bulunduğu sorunların ne denli farklı olabileceğinin açık bir örneğidir. NATO ve AB üyesi Portekiz’in tek komşusu yine bir NATO ve AB üyesi olan İspanya’dır. Ülke on yıllardır bir barış, istikrar ve refah dönemi yaşayan Avrupa’nın çatışmalardan en uzak batı ucundadır.
Uluslararası planda Türkiye için yapılan yaygın gözlem ülkemizin müstesna bir stratejik konuma sahip bulunduğudur. Bu doğru bir saptama olmakla birlikte göz ardı edilmemesi gereken, bunun iki tarafı keskin bir kılıç olduğudur.
Anadolu gerçekten, üç kıtanın birleştiği, denizlerin birbirine bağlandığı, kültürel katmanları zengin, askeri açıdan kritik önemde bir kara parçasıdır. Bu özellikleri ve çevresini değişik biçimlerde etkileme potansiyeliyle (örneğin güç, istikrar ve refah projeksiyonu) daima stratejik hesapların odağında olmuştur. Bunun Türkiye bakımından bir artı teşkil ettiği kuşkusuzdur. Ancak, bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Türkiye, uluslararası gündemin en üst sıralarında yer alan anlaşmazlıkları barındıran üç bölgenin ortasındadır: Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu.
Son otuz yıla bakacak olursak, Türkiye’nin, bu üç bölgede yaşanan sıkıntılar, çatışmalar nedeniyle, bunların çıkışında sorumluluğu bulunmamasına rağmen, büyük bedeller ödediğini görürüz.
Eski Yugoslavya bir savaşla parçalandı. Binlerce Bosnalı göçmen yaşam güvenliğini Türkiye’ye gelmekte buldu. Yugoslavya ile ekonomik ve ticari açıdan önemli sayılabilecek ilişkilerimiz vardı. Bu işbirliği büyük bir darbe aldı. Avrupa ile ticari trafiğimiz kendine yeni güzergâhlar aramak zorunda kaldı. Yugoslavya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar bizi de etkiledi.
Kafkaslardaki çatışma ve istikrarsızlık da Türkiye’ye çok yönlü biçimde yansıdı. Komşularımızla ilişkilerimizi daha karmaşık hale getirdi. Orta Asya’ya yönelik ihracatımızın güzergâh seçeneklerini zorladı. Türkiye’ye de yarar sağlayacak bölgesel projeler yaşama geçirilmesinde güçlükler yarattı.
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BAŞARISI İÇİN GEREKLİ
Orta Doğu ise Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan, ABD’nin Irak’ı işgali ile devam eden ve Arap baharının yol açtığı çatışmalarla, vekalet savaşlarıyla dünya gündeminin en üst sırasına oturmuş durumdadır.
Üç büyük çatışma bölgesi arasında yer alan bir ülke her şeyden önce içeride güçlü olmak, caydırıcı bir sert güçle güvenliğini sağlarken geliştireceği yumuşak güçle çevresinde barış ve istikrara katkı sağlamak zorundadır.
Türkiye Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bunu yapmaya çalışmıştır. Bu amaçla dış politikasını belirli sütunlar üzerinde yapılandırmıştır. ABD ve Avrupa/AB bu sütunların önde gelenleri olmuştur. Bunların kurumsal boyutlarını ise NATO ve Avrupa Konseyi üyeliğimiz teşkil etmiştir.
Üçüncü bir sütun Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkileridir. Rusya bu bağlamda hep önemli yere sahip olmuştur. Soğuk Savaşın sona ermesini izleyen dönemde işbirliğimiz çeşitlenmiş ve güçlenmiştir.
Değişen küresel koşullar dikkate alınarak, bu geleneksel sütunlara yenilerinin eklenmesi için çaba harcanmıştır.
Bu sütunların her birinin güçlü olması Türk dış politikasının başarısı için gerekli telakki edilmiştir. Gerçekten, Türkiye NATO üyesi olmasa, ABD ile yakın ilişkiler sürdürmese, AB katılım sürecimiz hiç başlamamış olsa, bölgemizde bize güven duyulmasa ve ufkumuzu bugünün yükselen güçlerini göremeyen dar bir çevreye sıkıştırmış olsaydık, ülkemiz çok farklı ve elindeki kozları kullanamayan bir konumda olurdu. Örneğin, karşılaştığımız tüm sorunlara rağmen Türkiye’nin demokratik gelişimini yansıtan AB üyelik süreci bizi bölge ülkeleriyle münasebetlerimizde farklı bir konuma taşımıştır. Sahip olduğumuz yumuşak gücü katlamıştır. Bölge ülkeleriyle yapıcı ilişkilerimiz ise bize AB nezdinde güç vermiştir. Daha açık bir deyişle, bu sütunlar birbirlerinin alternatifi olarak görülmemiştir. Aksine birbirlerinin tamamlayıcısı olmuştur.
Ulusal gücümüz ise sağlam bir ekonomi ve ortaklıklara dayalı rasyonel bir savunma/güvenlik politikası üzerine bina edilmeye çalışılmıştır.
Son on yılda ise tablo tamamen değişmiştir.
Buna rağmen, kimileri 2023’de bir cihan devleti statüsüne yükseleceği “öngörüsünü” dillendirmektedirler. Hatta bunu öngörüden ziyade bir “siyasi misyon”, bir “proje” olarak açıklamaktadırlar. Uluslara uzun vadeli, kapsamlı milli hedefler gösterilmesi yadırganamaz ise de buna nasıl ulaşılacağı hakkında gerçekçi bir strateji ve yol haritası ortaya koyamazsanız bunlar içi boş sözler olarak kalır; ulusu mobilize etmekte yetersiz bir retorik olmaktan öteye gidemez.
Kulağa hoş gelen “cihan devleti” olma söyleminin isabetini ölçmek için küresel güç olarak nitelendirilen ABD, Çin ve Rusya’ya ve AB’ne bakmak gerekir. Hepsi büyük toprağa ve nüfusa sahiptir. Hepsi dünyanın başta gelen ekonomik güçleridir. Hepsi küresel ekonomide büyük pay sahibidir. Hepsi ileri teknoloji üretme yeteneğine sahiptir. Hepsi eğitime, araştırma/geliştirmeye yatırım yaparak yaratıcı kapasitesini geliştirmek peşindedir. Hepsi büyük birer askeri güçtür. Hepsi bütün dünya ile diyalog/temas içinde olmaya özen göstermektedir.
Bir kısmı temel hak ve özgürlüklere saygılı olmanın kendisine verdiği yumuşak güce sahiptir ki bu da çok önemlidir.Örneğin ABD’de Başkan Trump sonsuz eleştirilerin hedefi olabilmektedir. Boeing 737-Max uçaklarının donanımlarındaki sıkıntılar basın-yayın organlarında tartışılabilmekte, Boeing bir dünya markası olduğu için bunların üstünün örtülmesi çabasına girişilmemektedir.
NATO ÜYELİĞİMİZ SORGULANIR HALE GELDİ
Türkiye’nin küresel güç tanımına uygun bir ülke olduğunu ileri sürmek gerçekçi değildir. Esasen dünyada bu kriterleri karşılayamayan onca başka ülke vardır. Bunların çoğu uluslararası arenada siyasi ve ekonomik etkinliğini arttırmayı hedeflemekle birlikte küresel güç olmak iddiasında değildir.
Bir kısmı insan haklarına, temel özgürlüklere saygı çerçevesinde halklarına demokratik bir yaşam, refah ve güvenceli bir gelecek sağlamaktadır. Bir kısmı da bu hedeflere ulaşmak için sürekli gayret göstermektedir.
Bir diğer kısmı ise ülke geleceğini karartacak çekişmelerle ve bu durumu ulusun dikkatinden kaçıracak gündem oyunlarıyla, özgürlük alanlarını daraltarak, hukuku ve adaleti itibarsızlaştırarak, yolsuzluğa yol vererek sonraki nesillere bırakacağı kötü mirası hazırlamaktadır. Bu iki zıt tabloyu somutlaştırmak gerekirse, bir tarafa yükselen popülizme rağmen Avrupa’yı diğer tarafa da Orta Doğu’yu koyabiliriz.
Türkiye on yıl öncesine kadar AB ile değilse bile Avrupa değerleriyle bütünleşmeye doğru yol almakta olduğu izlenimini vermekteydi. Sonra yön değiştirdik. Kopenhag kriterlerine Ankara kriterleri adını vererek yolumuza devam edeceğimiz söylemi unutuldu. Demokrasi, hukuk devleti ve laiklik sicilimiz tartışılır hale geldi. AB üyelik sürecimiz fiilen bitti. Bölgesel nüfuzumuzu arttırmak hedefi doğrultusunda işbirliği ve dostluklarımızı pekiştirmek yerine çevremizde kim varsa hepsiyle kavgalı, çatışmalı hale geldik. Başka ülkelerin içişlerine karışmama ilkesini terk ettik.İdeolojik eksenli bir dış politika ile bölge lideri olma hayalleri görürken yalnızlaştık. Sert gücümüze hizmet eden ortaklıklarımız tartışmalı, NATO üyeliğimiz sorgulanır hale geldi. Sorunlara barışçı çözüm arayışlarında güvenilir arabuluculuktan, kendi sorunlarımıza arabulucu arar duruma düştük. Yumuşak gücümüz tükendi. On yıllar süren bir gerginlik döneminden sonra ilişkilerimizi doğru bir çerçeveye oturttuğumuz Suriye, oradaki iç savaşa taraf olmamızla,bizim için en öncelikli güvenlik sorununa dönüştü. Ama belki de en kötüsü halk olarak kutuplaştık. Bütün bunların da katkısı ile ekonomimiz, en hafif deyimle, bir dar boğaza girdi.
Özetle, en baştaki noktaya dönecek olursak bugün içeride güçlü değiliz. Buna bağlı olarak dış politikada da ciddi bir inişteyiz.
Bütün bunlar göstermiştir ki Türkiye küresel bir aktör değildir.Ancak, benzerlerinden çok ilerde bir konuma ulaşma potansiyeline sahip bölgesel bir güçtür. Başarılı olabildiği takdirde, küresel sonuçlar doğurabilecek, örnek gösterilebilecek bir ülkedir. Başarının ölçütü ise, her şeyden önce ve her şeyin üzerinde, Türkiye’nin laiklik temeline üzerine bina edilmiş demokrasi deneyiminin hedefine ulaştığının, en küçük bir soru işaretine fırsat vermeyecek, geri dönülmeyecek biçimde, nihai olarak kanıtlanmasıdır. Zira bu, demokrasinin İslam coğrafyasında da kök salabildiğinin kanıtı olacaktır.
Ulusal tercihimiz güncel tabloya rağmen hala bu ise, üzerinde ilerlemekte olduğumuz yolun bizi o adrese götürmeyeceğinin bilinciyle ve halk olarak tarih önündeki sorumluluğumuzun idraki içinde gerekli rota değişikliğini yapmak, bunu gerçekleştirecek siyasi koşulları hazırlamak zorundayız.
Unutmamak gerekir ki günümüzde sürmekte olan tartışmaya rağmen demokrasiye özlem evrensel bir olgudur. Çok sınırlı yerde bunun aksini düşündüren/dayatan sadece kör ideolojik saplantılar, yeni istikrarsızlıkların yol açabileceği yıkım kabusu, çaresizlik ve korkudur.
Nitekim günümüzde bütün yönetimler şu veya bu şekilde demokratik olduğu iddiasındadır. Zira yönetimleri meşru kılan, nihai tahlilde, sadece ve sadece demokrasidir. Demokratik bir ülke olmak ise çevremizdeki birçok ülke yönetiminin yaptığı üzere, “ben öyleyim” demekle mümkün değildir. Öyle olsaydı çok farklı bir çevrede yaşıyor olurduk. Bugün ne yazık ki parçası haline geldiğimiz bölgesel kaos da önlenebilirdi.
İŞTE ÖNÜMÜZDEKİ SEÇENEKLER
Demokrat olmanın koşulu seçim mekaniğinin ötesinde, demokrasinin yüksek değerlerini özümsemek ve uygulamaktır. Bunu sağlayacak olan da yüksek bir eğitim düzeyi ve demokrasi kültürüdür. Bu iki alandaki ulusal birikim, bir ülkenin gücünü belirleyen stratejik konum, nüfus, doğal kaynaklar, sanayi, silahlı kuvvetler gibi diğer unsurlardan önce gelir bu alanlarda ilerlemeye zemin sağlar.
Kaldı ki uzunca bir süredir demokrasiden söz edebilmek için bir ülkede seçimlerin serbest, şeffaf ve düzenli biçimde yapılmasının dahi kendi başına yeterli olmadığı, “iktidara ciddi alternatif teşkil eden başka siyasi partilerin de bulunması ve iktidarın belirli fasılalarla el değiştirmesi” şeklinde tanımlanan iki kriter daha bulunduğu ifade edilmektedir.
Aslında, bir siyasi partinin uzun dönemler iktidarda kalabildiğinin örnekleri Batı’da da görülmüştür. Örneğin Almanya’da Helmut Kohl liderliğindeki Hıristiyan Demokratlar 1982-1998 arasında beş seçim kazanmıştır. İngiltere’de Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakâr Parti 1979, 1983 ve 1987, Tony Blair liderliğindeki İşçi Partisi ise 1997, 2001 ve 2005 seçimlerini kazanarak uzun süre iktidarda kalabilmiş siyasi partilerdir. Bu bağlamda bir noktaya değinmek gerekir: Almanya cumhuriyet, İngiltere ise anayasal monarşi ile yönetilmektedir. Farklılıkları, ikisinin de demokrasi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Rejimin yapısı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ne anlama geldiği, kurumların konumu, yargının bağımsızlığı tartışılmamaktadır.
Bizde ise durum farklıdır. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu ilkesi, parlamentoda % 50+1 çoğunluk sağlandığında, anayasa dahil her şeyin yeniden yapılandırılmasına yeşil ışık yakılmış gibi yorumlanabilmektedir. Bir vadede, başkalarının böyle bir çoğunluğu sağlaması durumunda, onların da aynı yola gidebileceği, bunun sakıncaları üzerinde pek durulmamaktadır. Belki de iktidarın el değiştirebileceği düşüncesi artık itibar görmemektedir.
En karanlık günlerimizde Atatürk’ün Milli Mücadele’yi başarıya ulaştırmış olmasına bakarak tarihin ulusumuza hep cömert davranacağı sonucunu çıkartamayız. Türkiye daha fazla gecikmeye tahammülü olmayan seçimini yapmak, sığ siyasi hesapları geride bırakan bir perspektifle nihai bir karar vermek noktasına gelmiştir. Tekrar etmek gerekirse, önümüzdeki seçenekler şunlardır:
• Demokrasimizi Batı standartlarına çıkarmak için yeni bir çaba başlatmak; bunun sağlayacağı yumuşak güçle çevremizde barış ve istikrara katkıda bulunmak; böylelikle uluslararası itibar kazanmak, ya da
• “Çatışma”, “karmaşa”, “demokrasi açığı” sözcükleriyle tanımlanan Orta Doğu ile geri dönülmez biçimde bütünleşmek.
Ulusça iyi düşünmeliyiz.
Tercihimiz bunlardan birincisi ise içeride demokrasi, uluslararası ilişkilerimizde ise güven restorasyonuna başlamak için son çıkışta olduğumuzu, zamanın tükendiğini kavramalıyız.
Ali Tuygan (Emekli Büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı)
Bu yazı aynı zamanda oda.tv’de yayınlanmıştır.